©2002 Sochi Krasnodar Krai, Rusya
Uzun zaman önce, iki bin iki yılının Ağustos’u. Yine Odalar ve Borsalar Birliği’nin aniden gelişen resmi bir heyet gezisi acentamıza kadar gelmiş. Emir büyük yerden, sevgili Rıfat Hisarcıklıoğlu, ‘Hern şey yolunda olmalı’ diye kesmiş raconu. Geziye yalnızca iki hafta var ve koskoca bir resmi ziyaret programı yığılmış önümüze. Gidilecek yer ise, Rusya’nın ‘tropik sahilleri’ sayılan tatil beldesi Sochi. Başlayalım.
Evet, bir iki kez gitmişliğimiz var ama delegasyon organizasyonu zor iş. İsmi bile fiyakalı. Her zaman olduğu gibi, ‘Inspection’ dediğimiz ön kontrol gezisi ile otelinden otobüsüne, toplantı salonundan ses düzenine, kahvaltının hıyarından özel izinlere, incikten cincik’e kadar programın bize düşen bölümünü mükemmel kılmalıyız. Bir de Sochi burası, yani arka bahçemiz değil.
Hızlıca harekete geçtik. Yanımda, o zaman şef rehberi olduğum acentanın ortaklarından biri ile tüm ayrıntıları yerinde görmeliyiz. Aslında resmi heyet için Türk Hava Yolları’ndan kiralayacağımız (‘charter etmek’ diyoruz deforme turizmci dilinde) uçakla Ankara ve Trabzon’dan doğrudan Sochi’ye ineceğiz, dönüş te aynı rotadan.
Ama önden bizim gidişimiz Sorunla başladı. O tarihte ya doğrudan giden uçak yok, ya da dolu, bu nedenle ‘Tarifeli milli kuşumuz ile Moskova’ya uçalım, oradan Rus bayrak taşıyıcı Aeroflot ile geçeriz’ dedik ve buna göre biletleri aldık.
Erken saatteki Türk Hava Yolları uçuşumuz ‘Çikınorpasta?’ modeli ne uzar ne kısalır, iyi geçti. Önceki günlerdeki yoğunluk nedeni ile zaten yorgundu, kahvaltıya uyanma hak getire…
Moskova’ya inişimiz sonrası, atıştırmaya fırsat bulamadan, zamanımız da çok az olduğundan Sochi iç hat uçuşumuz için hızlıca o zamanki adı ile Sheremetyevo-1 olan B Terminali’ne yollandık. Ama asıl terminal binasına girmek yerine, zaten dilinden hiçbir şey anlamadığımız taksici bizi kargo bölümünden aşırıp abuk sabuk bir yere konduruverdi. Ya o sırada asıl terminalde bir inşaat vardı ya da o uçuşlar geçici olarak başka bir yere verilmişti.
Terminalden başka her yere benzeyen, bakımsız Meksika otobüs garajı dekorundaki tek katlı kiremit çatılı yıkık dökük binaya şöyle bir tepeden baktım, ey Moskova. İkinci uçuşumuzun çok rahat geçmeyeceği belli idi. Ah, kader! Ama ve fekat, nereden bilebilirdim heyhat, yıllarca anımsayacağım bir uçuş olacağını?
Girdik içeri, kontuar arıyoruz. Sevimli, güleç yüzlü bir hanımefendi bulduk, Teksas aksanı ile Sochi uçuşu için işlemlerimizi nederen yapacağımızı sordum ben. O sevimli hanımefendi birden şahin kesildi, nazdırovski azdırovsky modeli bağırarak Rusça bir şeyler söyledi. Ben de hemen kullanıp ortalara saçtığım o nazik kelimeleri toplayıp ağzıma geri tıktım ve Menopoz Teyze’ye ters ters bakıp geri çekildim.
Geçti aradan bir on dakika. Çevrede başka bir yetkili ya da yetkisiz olmadığından, melül melül bakıpduru bizler. Teyze aniden ‘Ğöğaaağğğ’ gibi bir ses çıkartarak çağırdı bizi. Korkudan titreyerek yaklaştık kontuara, merakla beklemeye başladık yeni fırçamızı. ‘Ne vardı Sochi’ye gidecek, ne işiniz var, oturun oturduğunuz yerde, bize de iş çıkartmayın!’ diye yüksek sesle söylendiğini duydum ya da ben öyle hayal ettim.
Yazdı çizdi, yaklaşık kolum kadar, hatta Konya etli ekmeğinden daha uzun bir karton hazırladı, beş yüz kelimeyi geçmeyecek kadar günün anlam ve önemini anlattığı bir kompozisyon yazdı, on kadar damgayı da vurdu üzerine… Ben o kartonu hangi cebime sokacağımı düşünürken, işimi kolaylaştırdı ve ucundan yırtmaya başladı. Elli beş santimetroluk karton kesile kesile önce otuzluk Hatas cetveline, sonra açıölçere dönüştü. Kağıdın son iki tırtıklı kulağını da yırttıktan sonra elime bir parmaktan biraz hallice bir ‘şey’ tutuşturdu. Bu yazının kapağında, elimde gördüğünüz ‘kıymetli kahverengi kağıt parçası’ odur. Üzerinde kıyısı denk gelmiş laci damganın üçgensel köşesinden başka bir şey yoktu. Uçuş, tarih ve isim bölümleri bomboştu.
‘Bunda bir şey yazmıyor!’ diyecek oldum, elime bagaj etiketini tutuşturdu! ‘Lagıçteğg’ dediğimiz bu etiket ‘Matbu’ yani önceden basılı idi ve üzerinde Latin alfabesi ile ‘Munich’ yazıyordu! Kadına Rusça ‘hık mık’ ettim, ucunu kemire kemire iç kanalına kadar ilerlediği plastik tükenir kalemin arkası ile yan taraftaki göz göz rafları gösterdi sessizce.
Baktım, yumruk girecek kadar tahta yuvalarda bir sürü ‘matbu’ valiz etiketi ucu vardı. Artık nerede kim ne için bastı da yolları buralara kadar düştü ise bu kartoncukların… Buenos Aires, Yakutsk, Khanty-Mansiysk ya da Yuzhno-Sakhalinsk isimlerini göz ucu ile fark edince itirazımı da sesimi de kestim.
Açlık ve susuzluk iyice vurmaya başlamıştı, biz de bir an önce ‘geyt’ten geçip, ‘heyt be!’ diyecek, yiyecek ve içeceğe kavuşacaktık. Ama baktık ki geyt-meyt yok, booğrdinkpasını alan ya oracığa çöküyor ya da dışarı çıkıp sigara içmeye başlıyor, umutlarımız yıkıldı.
Bir köşede koyun koyuna bekleme başladık. Birkaç asır sonra, çocukluğumuzdaki Gazanfer Bilge mola yeri ‘Isssastikametindenlipüssayadevamedaeroflotyolcularovsky’ modeli bol gürültülü bir anons duyduk, salonda bir hareketlenme oldu. O sırada başka uçuş olmadığından, biz de takıldık önümüzden ‘yerçekini’ yapmış, artık tanıdıktan saydığımız birkaç kişiyi izlemeye…
Elbette iç salon, café, mafé hak getire. Kafadan aprona çıktık. Apron dediğin, yerel bir hava müzesinin hemen yanı. Tarihi değeri olan, bir zamanlar kullanışmış ve havacılığın yeni geliştiği ilk yıllarınaaaaaanaaaaoonee? Ulen? Önümdekiler benim ‘Havacılık Müzesi’ sandığım bölümdeki pervaneli uçaklardan birine doğru yürüyooohaaaa? Şaşırmaya devam ettim. Uçağın pervaneleri de çalışmaya başlamıştı. Ben o arada yakalandığı kamera şakasını anlamış zeki periskop modeli, kuğu gibi uzamış kafamı sağa sola çeviriyordum, ‘Asıl uçak nerede?’ diye…
‘Asıl uçak’ yoktu, daha doğrusu o idi, evlat! Çevremdekiler, Jules Verne romanından çıkmış kahramanların rahatlığı ile içeri doluşmaya başladılar. Turimci ağabeyimle yine bakıştık ve kapı önünde ne olduğunu, niye beklendiğini anlamadığım kuyruğun bitmesini bekledik.
Çok özel bir saplantım olmasa da, turizmci olduğumdan, kıyısından köşesinden uçak modellerini bilme, tahmin etme, ya da özelliklerini aklımda tutma konusunda fena değilimdir.
En azından Tupolev modelleri ile arasıra uçtuğumdan, önümdek antikanın da aynı ailenin daha eskice bir üyesi olduğunu düşünmüştüm ama yanılmışım. Boyası dökülmeye başlamış yazılardan, İlyuşin (Ilyushin) dediğimiz modeli çıkartabilmiştim. Geçmiş zaman, sanırım Il-18 ya da daha sonraki modellerinden biri idi.
Neyse, önümüzdeki sıra biraz daha ilyuşince sonunda bize kadar dayandı. O da ne? Uçağın girişinde yine Menopoz Teyze bizi bekliyordu. Bu kez elinde eski otobüs yazıhanelerinde görmeye alıştığımız türden kare kare koltuk numaraları olan bir dosya kağıdı vardı. Elimizdeki isimsiz kartona kısaca bakıp, sonra üzerinde Rusça yazıların olduğu bir başka kağıt sıkıştırdı avuçlarımıza ama numara da yoktu üzerinde. Biz de ‘Herhalde yazlık sinema usulü’ diyerek uçağa geçip, Türkçe bir pot kırmamak adına ortanın ortasında bir yerlere oturduk.
Boordinov Kompletsky olup herkes binince, teyze gelip eliyle koymuş gibi bizi bulup yine bağırmaya başladı, hatta bununla da kalmayıp diğer yolculara da şikayet etmeyi uygun gördü. Biz ise omuzlarımız düşmüş halde, kafa aşağıda ayaklarımız içe dönük kalkıp gösterdiği yere kıçın kıçın oturduk. Bir de üstüne ‘Şıtobıy gılazamai tibya ne videli!’ deyince, ‘Asıl sen şıtobıy videli!’ dedim, ne demekse…
Hani Ruslar iriyarı bir ırktı? Neredeydi benim Oleg’im Demir İvan’ım? Onlar mı sığıyorlardu bu koltuk aralarına? Havacılıkta, iki koltuk arasında, ayaklarımızın olduğu yere ‘Legroom Space’ deriz, ayağımız için ayrılan alanı anımsatırcasına. Burası ‘Legroom’ falan değil, ‘Parmak Arası’ idi resmen. Japon Fujiyama Cüceler Derneği Özel Jeti içindeydik adeta. Gerçi haklarını da yemeyeyim, en azından bir bacağım baldırıma dek sığabiliyordu o aralığa.
Bende kilo da vardı o zamanlar. Bakmayın, şimdi de Bolshoi Opera’sından fırlamış skeletor balet değilim ama, eh, nereden baksanız ‘= Özge > 0.1 Ton’ idi. Yani 100 kilonun (yazıileyalnızyüz) üzerindeydim. Yanımdaki turizmci ağabeyimin boyu da ancak benim omzuma geliyordu ama Maşallah onun da köşeyi önce göbeği dönüyordu.
‘Niet, niet! Biz buraya kesinlikle sığamayız!’ diyerek bir görevli ararken Menopozof Kardeşgillerden birini daha bize doğru yürürken görünce, saniyenin onda üçünde biz kendimizi koltuğa oturmuş ve kemerimizi bağla(yama)mış halde bulduk.
Biraz önce ‘Benim aslan güreşçi ağır siklet İgor’um nerede?’ diye yakınıyordum ya, aslında gerek yoktu aramaya, tam yanımızda, penceredeki koltukta idi. Adamın sağ yarısı benim arkadaşın göbeğine kadar dökülüyor, ikisi beraber daha sonra bana doğru akıyorlardı. Sol kalçamı Allahtan koltuğa takoz yapmıştım, sağ ayağım da koridorun tam ortasındaydı. Sağa ve bana devrilmiş domino taşları modelindeydik.
Bu arada sıcak kendini iyice hissettirmeye başlamış, sanırım 50 Stalingrad dereceye ulaşmıştı. Birden Kadıköy Maarif Koleji’ndeki kimya hocam ‘Çhük’ aklıma düştü nedense. Bana bir zamanlar, ‘Yetmiş derecede geri dönüşümsüz protein bozulması başlar, evlat!’ demişti. Artık ders konumuz ne idiyse? Kimyada bir buçuktan ikiyi yazılı kağıdına isim yazarak doğrultabilenler için basitleştireyim, buna halk arasında ‘yanma’ deniyordu. Ben de ‘Oh!’ dedim. Daha yirmi derece vardı geri dönüşümsüzlüğe.
Sevgili Hocam ‘Chük’ beyaz gömleği ile anlatmaya devam ediyordu bir taraftan: ‘Yanma olayının meydana gelebilmesi için üç şart bir arada olmalıdır: Yanıcı madde, ısı ve oksijen…’ Rahatlamıştım birden: Yanıcı madde bendim, sıcaklık ta yetiyordu ama yaşasın, oksijen yoktu, havasızdık!
Ümitsizce şöyle yerimden kalkıp yukarı uzanayım, hava gelmesi için tepedeki hede-hödö’leri açayım dedim ama kolum yarı yolda iken tavana çarpıverdi. Yani şöyle bir yarım kalkışa gerek yoktu, uçağa Kapadokya Derinkuyu Mağaraları’nda gez modeli iki büklüm bindiğimizi unutmuştum. İki solumdaki, elimin tersindeki İgor bizleri teknolojileri kullanamadığımız için küçümseyerek yüzüne hafif bir sırıtma yapıştırdı. Önündeki koltuğun ortasında, uçak henüz kaba inşaat halinde iken kalmış bir beton çivisi ile oynuyordu. Ben tam çiviyi İgor gücü ile söküp çıkaracak derken, o çıkıntının bir düğme olduğunu anlayıverdim birden, çünkü düğmenin hemen altında koltuğa gömülü çay tabağından biraz daha küçük çaplı dairemsi bir hoparlörümsü vardı.
‘Eh, İgor’a varsa bize de vardır’ diyerek baktık ki, elimiz düğme ile buluşuverdi. Açtım, ya da açtığımı düşündüm ama ses gelmiyordu. Kulağımı hoparlöre biraz daha yaklaştırıp dinlemeye başlayınca, hafif bir uğultu duydum. Duymakla da kalmadım, Bangkok’taki kelebeğin kanat çırpmasından biraz hallice bir hava üfürüğü iç kulağımdaki ‘Corti Organı’mı okşamaya başladı. Meğerse ‘vantilatör’ imiş o. Ama vantilayamayatördu bizi. İlkokulda pert ettiğimiz oyuncak arabadan söktüğümüz elektrik motoruna, kömürünün dibi kalmış karton yassı pil bağlardık ta, motor da ‘Dönsem mi, ölsem mi?’ diye düşünürdü ya, işte onun gibi salına salına dönüyordü. Kırılmaktan tek dişi kalmış plastik bir kaç kanat ta, moleküler düzeyde hava atomlarının yerlerini değiştirmeye çabalıyordu.
Bu arada kalkışa geçecektik neredeyse, oysa birkaç Rus cep telefonu ile konuşuyoru hâlâ. Cep telefonu dediğime bakmayın, cebe sığmıyordu henüz o yıllarda, muavinlerin çiş molasında otobüs kaymasın diye arka teker arkasına koydukları takozdan biraz daha küçüktü.
Yanımdan geçen görevliye son derece akıcı ve bulaşıcı Rusçam ile ‘Şu beylere de söyleyin de telefonu kapatsınlar’ diye çıkıştım, kadın bana bakıp ‘Zidiyes sistema polnostyu mehaniçeskaya, elektronnıh ustroistv niyet!’ benzeri bir yanıt verdi. Zaten bu korku filmindeki yankılı davûdî dış ses hemen çeviriverdi Türkçe’ye: ‘Hey dostum, korkma, burada elektronik bir şey yok, tüm aksam mekanik…’
Su kesimindeki gemi lombozlarını andıran mekanik yuvarlak camlardan dışarı baktım. Mekanik kanatlardan başka bir şey görünmüyordu ama uçağın çıkarttığı sallan yuvarlan seslerden, artık havalandığımızı anlamıştım. ‘Sallan ve yuvarlan’ dedim ya, kanatların mekanik perçin ve mekanik somunlarına baktıkça, kulağımda eski Rock’n Roll şarkısının mekanik nakaratı çınlıyordu: ‘Together we stand, divided we fall!..’ ‘Foğl’ mu dedi birisi?
Dalmışım. Aradan uzun yıllar geçmişti ama biz hâlâ uçuyorduk. Gözümü açtığımda baktım aynı yerdeyim. Yandaki iki kişinin yarısı da benim üzerimde. Tuvalete gitsem, ya delikten içeri… Pardon, dışarı düşeceğim, ya da bir daha koltuğuma dönemeyeceğim… Vaz geçtim. Ben zamanında ‘Uçtuk mu, dayak mı yedik?’ modeli Iberia ile Küba’ya uçmuş, Amerikanya Havayolları’nın seksen dört yaşındaki kabin personeli nineleri ile nerelere gitmiş, Kathmandu’daki uçaklar ile Everest’e çıkm… Ee, çevresinde dolaşmış adamdım, bunu mu atlatamayacaktım? Sonuçta o da ‘Air’, ‘Buddha Air’ idi.
Terden Kuğuli… Kığülü. Yok. Kığil? Hah, Kiğılı beyaz gömleğim turuncuya kesmiş, turuncuya kesmekle de kalmayıp, kolalı yakası boynumu kesmiş, neyse ki şah damarımı yalnız yedi milim ile sıyırmıştı. Arkadan sinsice yaklaşan düşmanı görememiştim o arada. Birden serbest düşme modeli birbirine yapıştırılmış iki kibrit kutusu büyükl… Pardon, küçüklüğünde bir ‘şey’ düştü kucağıma. Baktım ki servis başlamış. ‘Ohh!’ dedik, ‘Midemize bir şey girecek.’ Sanırım tuzlu kraker gibi bir nimetti. Aslında korkuyordum, o krakeri yersem midem (iyice) şişecekti ve ben koltuğa hiç sığamayacaktım. Zaten öndeki plastikoff masayı açalım dedik, doksan dereceden sadece on derece açı yaparak içine elimiz girecek kadar aşağı geldi sadece. Kahve, çay konulamazdı. İki üç santimetre açılabilmiş masayı kapatıverdim hemen.
Zaten krakeri yemek kısmet olamadı, sanırım Çernobil Faciası sonrası ülkenin güvenlikten sorumlu tasarımcıları atom savaşına dayanıklı bir jelatin üretmişlerdi, paket açılmıyor, dişleme kâr etmiyor, çeksen sıcak ve terden paket elinden kayıyordu. Koltuğun kenarındaki metale sürttüm yırtayım diye, metal aşındı pakette tık yok, sen bunun resmini yapabilir misin Abidin?
Teknoloji orada da kalmamış. Rus bilimadaml… biliminsanları, eser elementler arasında yer alan Hışırtonyum’u (sembolü Hi, Metaloid sınıfı, atom numarası 119) keşfetmiş ve bu ambalajda kullanmışlardı. Kimyaya alıştık nasıl olsa, hemen açıklayayım: Hışırtonyum doğada saf halde bulunmaz. Az miktarda Bizmut (Bi) ile İterbiyum’un (Yb) kraker hızlandırcısında çarpıştırılması ile ortaya çıkar ve yarılanma ömrü çok hızlıdır. Doğada en çok ses çıkartan maddedir.
Yüz kişi kadar bir topluluğun, yüz metrekare bir alanda yüzlerce saniye süresince içine yüzde yüz oranında Hışırtonyum emdirilmiş paketleri hışırdattıklarını düşünün, Sibirya Tunguska’ya 1908’de düşüp yüzlerce kilometrekare alanı yok eden enerjinin tam yüz katı kadar ses ve şok dalgası çıkıyordu ortaya. Ve bizler de tam bu doğa felâketinin ortasında idik.
Böylece, gözümün önünde periyodik tablo, inişe kadar olan son birkaç on dakika da uyuma ümitlerimizin sona ermesi ile geçti ve alçalmaya başladık. Paketi iyi ki açamamışız, çünkü kraker arası ya da sonrası geleceğini düşündüğümüz sıvı ikramı da zaten yoktu. Gerçi bizde de sıvı kalmamıştı, hani ülen vücudumuzun yüzde bilmemkaçı su idi, neredeydi bu su, neredeydi devlet, bu hükümet? Hışırtovski olmasa da uyuyamayacaktık aslında. Çünkü yaklaştığımız antenlerden sinyal alan uçak içindeki yüz adet Politbüro üyesi telefonlarını açmış ve dünyayı kurtarmak üzere Beyaz Saray ile konuşmaya başlamıştı.
Böyle uçuşun içine Soçi’m Havaalanı’na indik. Kabin amiresi saç tokası gibi sivri bir şey bulup Makgayvırvarî bir çalışma ile uçak kapısını açtı. Biz de uçakt.. Uçamayak’tan, adeta üzerine yanlışlıkla basılmış Şokella tüpünden fırlarcasına fışkırdık. Toprağı öpecektim ama her yer betondu.
İşte böyle değerli dostlarım. O gün bugündür ne zaman biri Rusya’da bir iç hat uçuşundan söz etse beni ter basar, gömleğimin yakası turuncuya keser, göbeğim öne doğru çıkar, iç kulağım uğuld… Hayır, hışırdamaya başlar ve oksijen ve sıvı darlığı çekmeye başlarım.
Siz siz olun, eğer iki binli yılların başlarında yaşıyorsanız, Moskova’dan Sochi’ye uçakla, iç hat uçuşu ile gitmeyin. Kuş uçuşu ‘yaklaşık tam’ 1.358 kilometre 660 metredir, dörtkilometrebölüsaat ile yürürseniz, teorik olarak 340 saatte, yani aralıksız gece gündüz yaklaşık iki haftada alırsınız o yolu. Üstelik daha az yorulur, daha az yıpranırsınız.
Biz Ruslar ne deriz böyle bir duruma? ‘Duğvat aysey, dontduğ vataydu!’ Dediğimi yap, yaptığımı yapma! Niet! НИКОГДА!
10 Yorum
Özge’ciğim Selam,
Kalemin müthiş, hikaye daha da müthiş. Tanımlar ve hHşırtonyum’a da bayıldım.
Eline sağlık dostum.
Sevgiler
Sevgili Tümay,
Mutlaka senin de başından benzeri olaylar geçmiştir. Bizler de fırsat bulup yazarsan, okumaktan keyif alırız.
Sevgilerimle
Harika yazmışsınız. Uzun mu, kısa mı anlamadan bitiyor ve ‘Devamı olsa da okusak’ dedirtiyor.
Değerli Dostum,
Teşekkür ederim. Aslında yaşamlarımızı değiştirecek yazılar değil ama, ‘Gülümsetsin yeter’diye düşünüyorum. Anıların devamı gelecek, elbette.
Sevgili Özge Ersu,
Eminim bir gün en çok satılan kitaplar arasında elim bu güzel anıların yer aldığı kitabınıza uzanacak yüzümde beliren tebessümle!
Süley Hanım,
Az kaldı dedik ama, yeni deneyimler yaşamaktan eskilerini yazmaya hâlâ fırsat kalmadı. Umalım en kısa zamanda…
Yahu Arkadaş,
Özge Ersu’nun Laterna programını dinlemek için siteye girdim sonra yanlışlıkla tıklamışım yazının ortalarında fark ettim… Ben bu halimle kitaba başladım.
Eğer siz yazmazsanız tüm dünya ağlar, bu ömüre kitaplarınız yakışır hocam..
Sevgili Ömer Dostum,
Kitabımı sana imzalayarak vereceğim günü iple çekiyorum.
Özge Bey,
Gülmekten yazınızı zor okudum, bu nasıl güzel bir anlatım.
Beni yıllar öncesine götürdünüz. Benzer bir kötü deneyimi ben de 1998 yılında yaşadım. Moskova’dan yerel iç hat uçuşu ile aynı sizin de anlattığınız gibi, havaalanı ile ilgisi olmayan yerden binerek Kırgızistan-Bişkek uçuşu yapmıştım. Hayatımda yaşadığım ve bende uçak fobisi yaratan bir yolculuktu. Bizim uçağımızda büyük kurt köpekleri de yolcu koltuklarında oturarak seyahat ediyordu. Hatta Japon müdürümün resmini çekmiştim, tam arkasında oturan köpeğin sivri kulakları ile güzel bir poz çıkmıştı.
Kaleminize sağlık. Uzun zamandır bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Heyet ile gittiğinizde neler yaşadınız, onu tahmin bile edemiyorum!
Demet Hanım,
Sizin deneyiminiz de benimkinden az değilmiş! ben kurt köpekli uçak yolculuğu henüz yapmadım, çelik gibi sinir varmış sizde, bravo. Gezinin heyet ile olan bölümlerini anlatırsam, hükümetler düşer, aman!