08 Nisan 2014 Salı
Arafat Dağı Mekke-î Mükerreme, Suudi Arabistan
Değerli Dostlarım,
Kutsal topraklara Umre niyetimiz ile yaptığımız seyahatlerde ibâdetlerden arta kalan zamanlarda küçük ziyaretler de gerçekleştiririz. Sabahın çok sıcak olmayan erken saatlerinde ya da akşama doğru, örneğin sabah namazı sonrası ya da ikindi öncesi yürüyerek veya otobüslerle yaptığımız bu ziyaretler genelde İslamiyetin doğuşu ve yayılışı çerçevesinde yaşanan olaylar, savaşlar, büyük dönüm noktalarının yaşandığı küçük yapıların olduğu yerler ve mescidleri içermektedir. Elbette sıklıkla Osmanlı İmparatorluğu’nun burada bıraktığı maddi ve manevi miras da karşımıza bir övünç kaynağı olarak çıkmaktadır.
Peki, ‘Ata’ mı dersiniz, ‘Ecdad’ mı, size kalmış. Artık tanımdan bağımsız konuşalım isterseniz. Osmanlının bu Kutsal Topraklarla olan yakınlığını ve tarihte kesiştiği noktaların bir bölümünü, Hac ve Umre tarihi çerçevesinde sizlere anlatmak istiyorum.
En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Kutsal Toprakların Osmanlı tarafından fethi sonrası yapılanlar ve verilen maddi manevi destek, o güne kadar Hicaz bölgesinde daha önce gücü elinde tutanlar için konuşursak en cömerti ve en fedakârca olanıdır. Diğer bir deyişle, her yüzyılın kısıtlı olanaklarını da göz önünde bulundurmak koşulu ile Hulefa-i Raşidin Dönemi, Emevi, Memlük, Abbasi ve Osmanlı dönemlerinden söz edersek, İstanbul için yapılan yatırımlar ne ise Mekke ve Medine‘den de bunu esirgemeyen bir Osmanlı anlayışı söz konusudur. Bu arada hemen olası bir yanlış anlamanın önüne geçeyim: Osmanlı İmparatorluğu’nun bu bölgeye yatırımları ve manevi destekleri Yavuz Sultan Selim’in fethi öncesi dönemlerde de, zaman zaman otorite çekişmesine dönüşebilen hoşnutsuzluklar yaratmasına karşın son derece yoğundu.
Elbette Osmanlı sonrası, günümüzde Suudi Arabistan’ın kimilerince övülen, kimilerince sıklıkla eleştirilen dev yatırımlarını bu tanım sonrasında değerlendirmemek gerekiyor. Günümüzde yapılan ve yıkılanlar, tarafsız bir gözle incelememiz gereken apayrı bir çalışma konusu. Ne ‘Osmanlı ve Ecdadımıza ait ne varsa umarsızca yıkılıyor’ kolay ifadecileğine kaçmalı, ne de dev yapıları ve inanılmaz yatırımları yapıcı eleştiriden yoksun bırakmalıyız. Tek ölçü var, ‘ölçülü değerlendirebilmek!’ Bu son derece hassas konuyu da bir başka çalışmamda sizlerle paylaşmak istiyorum. Her zaman söylediğim üzere, bizim üstünkörü bildiğimiz, yanlış bildiğimiz, eksik bildiğimiz, hiç bilmediğimiz ya da taraflı dinlediğimiz bir çok hikayeyi akademik, felsefe veya tarihsel mantık çerçevesine oturtabildiğimizde, dogmalardan biraz olsun uzaklaşıp daha sağlıklı gerçeklere yaklaşabiliyoruz.
İşte gelin, bu gerçeklere yaklaşabilmek adına Osmanlı Hanedanlığı ile Kutsal Topraklar arasındaki maddi manevi tarih mirasının ayrıntılarına kısaca değinmeye çalışalım. Böylesine özet bir gezi yazısı için eksiğimiz çok olacaktır ama, belki bir başka zaman onları da tamamlarız.
Umre seyahatlerimiz süresince en uzun otobüs yolculuğumuz Medine ve Mekke arasını otobüsle çölün içinden altı saatte aldığımız gün. İşte ziyareti paylaştığımız gönül dostlarımıza bu yolculukta ben sohbetlerim arasında aniden soruveriyorum: ‘Kaç Padişahımız Hac görevine gitmiştir?’ diye. Elbette önce Osmanlı Hanedanı içerisinde kaç padişahımız olduğu, ‘sorunun ilk bölümündeki sorun’ olarak karşımıza dikiliveriyor. İlk anda kulağımıza doğru yanıtlar tek tük gelse de, sekiz dokuzdan başlayıp altmışa çıkan sayıları duyduğumda psikolojim aniden sıfırcı tarih hocasına dönüşüp şaka ile karışık elim farkında olmadan bir kızılcık sopası arıyor. Evet, tek tük doğru yanıtlar dedik, doğrusunu söyleyelim: Yazıileyalnızotuzaltı.’
Altı yüz sene boyunca, Edirne‘de 1402’de başlayan on bir yıllık ‘Fetret’ döneminde padişahlık yapan Musa ve Emir Süleyman kardeşlerin saltanatını, tarihçilerin de yaptığı gibi görmezden gelip dikkate almazsak, hanedanlık otuz altı Sultan tarafından yönetildiğini söyleyebiliyoruz. Hemen yanıtın ikinci bölümü de verelim: Bu sultanların ‘hiçbiri’ hacca gitmemiştir. Bilmeyenler için oldukça şaşırtıcı, değil mi? Ama bu yanıtın arkasındaki nedenleri de olabildiğince incelemeye çalışalım şimdi.
Aslında bu yanıt içinde iki küçük ayrıntı barındırıyor. Öncelikle, Padişah değil Şehzâde olan Cem Sultan‘ın Hac döneminde Hicaz‘a giderek Hac görevini gerçekleştiren ‘İlk Osmanoğlu’ ünvanını aldığını belirteyim. Oradaki ruh hali ve bulduğu huzur ile saltanattan, tahttan vaz geçtiğini kendi Divân şiirlerinde sıklıkla dile getirmiştir. Sonrasında ise yalnızca tahttan indirilip Malta‘ya geçtikten sonra bir süre Hicaz‘a giden sonra son (eski) Padişah ve Halife Vahdettin (VI. Mehmed, Mehmed-i Sadis Vâhidüddîn) yoğun eşkiya saldırıları ve hassas politik dengeler nedeni ile yalnızca Umre yapabilmiştir.
Peki sizce üzerine basa basa söylediğimiz, Yavuz Sultan Selim‘le beraber Hilâfeti de üstlenen Padişahların Hac yapmamasının nedenleri neler olabilir? Yaygın kanı devletin başsız, yönetimin Sultansız kalmaması için olduğudur ama İslam âlimleri ve tarihçiler bu konuyu günümüzde daha akademik yönleri ile tartışmaya başlamışlardır. Aslında aklımıza gelen ilk soru, şehzadelik dönemlerinde ya da tahttan indikten veya indirildikten sonra neden gitmedikleridir. Bir nedenden ötürü Osmanlı sınırları dışına çıkmak demişken İkinci Mahmut, Abdülmecid, Abdülaziz, İkinci Abdülhamid ve Mehmet Reşat gibi padişahlar dışında savaş ve sefer haricinde seyahat yapan Sultanların olmadığını da belirteyim.
Diğer taraftan lojistik açıdan baktığımızda Hac sürelerinin uzunluğu göze çarpmaktadır. Rumeli‘den gelip İstanbul’daki gruplar ile buluşan kafileler Üsküdar ile Harem arasında toplanırlardı. Daha sonra Bağdat Yolu üzerinden Hicaz Eyaleti‘ne yolculuk başlardı. ‘Harem’ ismini Mescid-ül Haram’dan, Bağdat Caddesi de Bağdat Yolu’ndan almıştır. Kutsal Topraklara bu zorlu yolculuk o dönemin en dayanıklı hayvanları olan kızıl develerle gidiş ve dönüş olmak üzere yaklaşık altı ay sürer, kimi zaman zor şartlarda dokuz aya kadar çıkardı. Sadece bu uzun süre bile belki de Osmanlı Padişahlarının bu görevi yap(a)mamasının önemli nedenlerinden biri olabilir. Bu seyahatin coğrafi ve lojistik yönlerini başka çalışmamda (Bkz. ‘Tarih Boyunca Kutsal Topraklara Hac Yolculuğu’) ayrıntıları ile okuyabilirsiniz. Buharlı gemilerin gelişmesi, Süveyş Kanalı‘nın açılması, Sultan İkinci Abdülhamid‘in de sadece askeri lojistik açısından değil, Hac yolunu kolaylaştırmak adına da yaptırdığı Hicaz Demiryolu ancak daha sonraları bu Hac yolu zamanını bir derece kısaltabilmiştir.
Biz yine zaman sorunsalımıza geri dönelim. Aslında nedenlerinin tarihte çok yanlış değerlendirildiği I. Viyana Kuşatması için 10 Mayıs 1529’da Osmanlı Ordusu’nun (Ordu-yi Hümâyûn) önünde yola çıkan Kanunî Sultan Süleyman kıuşatma sonrası ancak 25 Ekim’de Budin‘e, oradan da 16 Aralık 1529’da İstanbul’a dönebilmişti. Demek istediğim, burada karşılaştığımız sekiz aylık süreç örneğinde olduğu üzere, Padişahların uzun süreler İstanbul’dan savaş nedeni ile ayrı kaldığı durumlar sıklıkla tekrar ettiğinden, ben bu konudaki görüşe tam katılmıyor, daha doğrusu tek nedenin bu olmadığını, Hacca gitmemenin başka politik, ekonomik, stratejik, sosyal ya da psikolojik nedenleri olabileceğini düşünüyorum. Padişahı ve devletin ileri gelenlerini bu uzun yolculukta yeterince koruyamama (ani saldırı, ihanet, zehirleme, hastalanma) risk yönetimini de göz ardı etmemeliyiz bence.
Tek sorun elbette bu uzun seyahat süreleri değildi. Yavuz Sultan Selim sonrası dönemde Avrupa‘da Habsburg Hanedanı, Kuzeyde Rusya ile girişilen çekişmeler, politik açıdan Osmanlı İmparatorluğu’nun çok daha Saray odaklı olarak yönetilmesi ve bu uluslararası dengelerin İstanbul’dan yakın bir biçimde izlenmesi zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir.
Diğer nedenler arasında ise Osmanlı yönetiminin ‘merkezi’ ve ‘tek adam’ modeline dayanan bir yapısı olması, herkesin Padişahı devletin başında görmek istemesi, Padişahın güvenliği için ordunun önemli bir bölümünün bu seyahat görevine verilmesi zorunluluğu sayılabilir. Kişisel bir yükümlülük olan Hac vazifesi yerine bir Padişahın ‘tüm İslâm alemini koruyan’ daha geniş bir yükümlülüğü olması, ayrıca böylesine bir seyahatte arkada bırakılan şehzadelerin olası taht çatışmalarını başlatma tehlikeleri de göz önünde bulundurulmalıdır.
Bir diğer ilginç soru da, Mısır seferini yaparak önce 1516’da Mercidabık savaşını kazananan, ilerleyerek Kudüs ve Gazze‘ye girdikten sonra da Ridaniye Zaferi sonrası Kahire‘yi ele geçirerek Abbasi yönetimine son veren, Halifeliği devralan, Kutsal Toprakları Osmanlı İmparatorluğu’na katan Yavuz Sultan (Birinci) Selim‘in neden o bölgelerde iken hac yapmadığı sorusudur. Elbette bu sorunun tek bir yanıtı yoktur ama zaten uzunca bir süre tahttan uzak kalan Yavuz Sultan Selim‘in, ganimetlerin yüklenmesi için verdiği emrin bile gecikmeli olarak yerine getirildiğini hatırlatayım. Haliç’in o 1516-1517 kışında buzlarla kaplı olması ve istenen gemilerin ancak Mart ayında yola çıkabilmesine karşın, bu geniş süre içerisinde Yavuz Sultan Selim Hacca gitmemiştir.
Bu süreç içerisinde küçük bir anekdot vermek istiyorum: Yetmiş dördüncü İslam Halifesi ve İlk Osmanlı Halifesi ünvanını da kuşanan Yavuz Sultan Selim‘e Mısır’da ‘Mekke ve Medine’nin Sahibi‘ ünvanı verilmek istendiğinde Padişah büyük bir alçak gönüllülük ile ‘Ben Mekke ve Medine’nin ancak kölesi, hizmetkârı olabilirim’ diyerek kendine ‘Hâdim’ul-Harameyn’uş-Şerifeyn’ sıfatını uygun görmüştür. Hatta bu alçakgönüllü felsefesinden ötürü kendisini bir hizmetkâr gibi gösterebilmek adına, aslında gösterişsiz bir yaşam süren ve mütevazı huyu ile tanınan Yavuz Sultan Selim’in o devirdeki kölelerin kullandığı tek küpeyi de sol kulağına bu nedenle taktığı söylenir. Yalnız Şah İsmail‘e ait olduğu söylenen tablonun da Selim Han sanılması ile bu küpe konusunda karışıklıklar olduğunu belirteyim.
Hazır Yavuz Sultan Selim’den söz ederken, son derece önemli bir konuda da hakkını teslim etmeliyiz: Yaşamı diğer Sultanlara göre kısa olan, saltanatı ve yaptıkları ile çok daha ayrıntılı bir çalışmayı hak eden Yavuz Sultan Selim ‘Ben bomboş devlet hazinesini elde ettiklerimle doldurdum. İşte şimdi de kendi mührümle kapatıyorum. Kim ki benden sonra benden daha fazla ganimet ve kazançla döner, o zamana dek hazine benim mührümle açılıp kapanacaktır!’ demiştir. Tarihin bir cilvesi olarak bu öngörü gerçekleşememiş, Cumhuriyet dönemine dek hazine yalnızca Yavuz Sultan Selim’in mührü ile açılıp kapatılmıştır.
Peki son derece ilginç bir ayrıntıdan söz ederek konumuzu toparlamaya başlayalım. Buraya dek hep Osmanlı Padişahlarının neden Hac seyahatine gidemediklerini konuştuk. Bunu telâfi edebilmek adına Padişahlar ne yaparlardı, biliyor musunuz? Bir ya da daha fazla vekil seçer ve Hacca onları gönderirlerdi. Bazen bu vekiller 1573 Haccında İkinci Selim Sultan‘ın yerine bu görevi yapan Şah Sultan gibi Hanedanlığın kadınları olurdu. Bu vekillerin yanına Padişahın Berberbaşı tarafından kesilmiş saçları verilir, Hacca onlar götürülürdü. Bu saçlar İstanbul’da gümüş bir leğende yıkanır, su buharı ile tütsülenir, küçük koruyucu bir kutuya mühürlenerek yerleştirilir ve ‘Sûrre’ kervanına teslim edilirdi. Daha sonra bu kutu Medine’deki Mescid-î Nebevî yakınlarında Peygamber Efendimizin (S.A.V) kabri yakınlarına gömülürdü.
Son olarak yazımızı çok az bilinen ya da yanlış hatırlanan bilgilerle noktalayalım. Peygamberimizin kaç Umre ve kaç Hac yaptığını söyleyeyim size. Hazret-î Muhammed tek bir Hac yapmıştır, o da Hicret’in onuncu yılındaki Veda Haccı‘dır. Peygamber Efendimizin Umreleri konusunda ise ‘üç veya dört kez’ tartışması vardır. Aslında birincisi sayılan Hicret‘in altıncı yılındaki Hudeybiye Anlaşması sonrası yaptığı ziyarette ihrama girmiş ama kurban kesip traş olduktan sonra ihramdan çıkmıştır. Daha sonraki sene bu Umrenin kazasını yapmıştır. Fetih-î Mekke ile daha sonraki sene Huneyn ve Taif kuşatmaları sonrası Ci’rane‘den gelerek Ci’rane Umresi‘ni yapmıştır. Son Umresi de Veda Haccı öncesindeki Umresidir.
Gelelim Türkiye’ye… Ama önce tarih sahnesinde çok daha geriye gidelim. Araştırmamın başında Osmanlı padişahlarının hiç birisinin Hac ziyareti yapmadığını söylemiştim. Bunun yanısıra, İslamiyetin ortaya çıkışından Osmanlı İmparatorluğu’na, oradan Türkiye Cumhuriyeti’ne dek hiç bir Kağan, Hakan ya da Devletbaşı bu görevi yerine getimemiştir. Elbette 1947 yılına kadar Türkiye’de tek parti yönetiminin Haccı yasakladığını, döviz yokluğunun da uzunca bir süre bu ziyaretleri aksattığını unutmamalıyız. Diğer yönden Umre seyahatlerine de baktığımızda Osmanlıdan gelen geleneği, Hilfeti kaldırmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin de bir süre bozmadığını görüyoruz. Yakın tarihimizde Beşinci Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın Umre yaptığını ama daha sonra dönemin politik baskıları nedeni ilen ihramlı fotoğraflarını Suudi makamlarına yaktırdığını biliyoruz. Kenan Evren‘in de kendi yönetimi altındaki yıllarda Umre yaptığını ekleyeyim.
Hac dediğimizde ise Necmeddin Erbakan‘ın, diğer yönden Türklerde ‘Kağan’ ve ‘Hakan’ olarak düşünürsek tarihte ilk olarak Başbakan Turgut Özal‘ın ‘Devletbaşı’ sıfatı ile Hac yaptığını belirtmeliyiz. Özal’ın ‘Devlet lâiktir ama ben değilim’ dediği söylenir. Turgut Özal bu hac sırasında da kendi elleri ile kupkuru bir meydan olan Arafat’ı hurma ağaçları ile süslemişti. Bugün hâlâ Turgut Özal’ın diktiği bu hurma ağaçları Arafat’ı yeşillendirmekte ve serinletmektedir.
Değerli Dostlarım,
Osmanlıdan Türkiye’ye Haccın Tarihçesi kısaca böyle. Elbette bu yazımda hiç dokunamadığım o kadar konu var ki. Bir başka araştırmamda Kutsal Topraklar üzerindeki Osmanlı Hanedanı etkisini, yapılanları, yıkılanları ve hâlâ ayakta kalmış maddi manevi mirasımızı anlatmak isterim size.
Allahın Selâmı üzerimize olsun.
YORUM YOK