REŞAT AMCA

0 • 8 Haziran 2014 • ANILAR • 11.910 GÖRÜNTÜLEME

1. Perde · Açılış
Roma · 1990
 
Her Roma turunda olduğu gibi, Tiber nehrinin hemen yanında uzanan Porta Portese tavernalar bölgesindeki müzikli gece ziyafetinden dönerken, İzmitli kaptan Ferhat yolu karıştırmış, otele gideceği yerde Roma’nın labirentlerine dalmıştı. Kafamız içtiğimiz ikinci kalite açık taze şarapla dumanlanmış halde, otobüsle daha önce hiç görmediğim, pırıl pırıl ışıklandırılmış bir tarihi çeşmenin önünden geçiyorduk.
 
Hatta geçmek ne kelime, Ferhat kırmızı ışığı yakalamış, ‘Dur! İki dakika gösterelim’ desem o kadar başarılı olamayacağı biçimde koskoca çift katlı otobüsün farları ile bu tarihi eseri iyice aydınlatmıştı. Bir otobüs dolusu soru işaretinin rehber koltuğuma ulaşması uzun sürmedi:

– ‘Burası neresi? Nereden geçiyoruz?’

Ben hık – mık etmeye fırsat bulamadan, otobüsün en arkasından gür bir ses karşılık verdi :

– ‘ Fontana delle Tartarughe! Kaplumbağalar Çeşmesi…’

Doğru mudur bilemiyorum ama uzun yıllar yaşadığı Roma’nın üniversitelerinin birinde bir  zamanlar kürsüsü olduğu çalınmıştı kulağıma. Reşat Amca kimseye kaptırmadığı en arka koltuktan imdadıma yetişmiş, beni bir kez daha şaşırtmıştı.

Adı Reşat Ersu idi. Onu ilk tanıdığımda aklımda kalanlar yaşamımda ilk kez benim soyadımı taşıyan biri ile karşılaşmış olmanın hoş kıpırtısı ve beyefendiliği idi. Acentamızın ve otobüslü Avrupa turlarının değişmez isimlerinin başında geliyordu.

05608

Reşat Ersu ve Gençlik Yılları

Daha önce meslektaşım Pelin Öner ve Ali Soydan ile seyahat etmişti. Onunla ilgili ilk bilgileri de Pelin’den almıştım. Eşini kaybetmişti bir süre önce. Benimle ilk gezisini yaptıktan sonra artık başka rehber istemez olmuştu. Eve telefon açar, hangi tura ne zaman gittiğimi sorar, daha önce gördüğü yerler olsa bile kaydını yaptırır, Türk gezgininin başlıca takıntısı olan en önde oturma kavga ve kaygılarından uzakta, otobüsün en arkasındaki yerini alırdı.

Turun gideceği yerin önemi yoktu. İtalya, Fransa, Orta Avrupa veya buna yakın bir programı tutturmuş olmak onun için yeterli idi. Yetmiş yaşın oldukça üzerindeydi. Masmavi gözleri vardı. Bu meslekte edindiğim deneyim ile o gözlerin içinde inanılmaz bir zekâ ve birikimin olduğunu hissederdim. Biçimli başı da sanki o an traş olup sıfıra vurulmuş gibi adeta parlardı. Her zaman bakımlı ve şık idi, tertemiz giyinirdi. Bendeki hatırasını emekli Roma gladyatörleri ile siyah beyaz resimlerdeki Atatürk’ün arasına yerleştirmiştim.

Atatürk dedim de… Aslında yıllar sonra Reşat Amca’nın Atatürk’ün manevi oğlu olduğunu bir rastlantı sonucu elime geçen Milliyet Yayınevi’nin hazırladığı Melda Özverim tarafından yazılmış ‘Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü: Bir Dostluğun Öyküsü’ adlı kitaptan öğrenecektim. Reşat (Tergiman) Amca’nın kuzeni Melda Özverim, Atatürk’ün yakın arkadaşı Corinne Lütfü Hanımefendi’nin yeğeni imiş.

04608

Melda Özverim Hanımefendi’nin Bir Tarihe Işık Tutan Belgesel Kitabı

Nereden nereye… Onu tanımayan diğer yolcular için ise Reşat Amca, bilgi birikimi, ütülü bembeyaz keten pantolonu ve boş gidip dolu döndüğü valizleri üzerine fısıltılı dedikodular yapılan ilginç bir kişilikti yalnızca.

Bir tanesini ancak yarıya kadar dolduran giysilerini koyduğu iki büyük boş valiz ile tura başlardı. Bu valizler tur sonunda yerinden kalkmayan ve kaptanların biraz da söylenerek indirip bindirdikleri ağır külçelere dönüşürdü. Bu valizlerde ne vardı, hep merak ederdim.

Her sene ilkbahar ve sonbaharda geziye çıkardı benimle. Doksanlı yılların başında ülkemizde artık çoğu ürün bulunmaya başlamıştı ama yine de Avrupa alışverişinin modası henüz geçmemişti. Gittiği her ülkeden peynir, makarna, sos, baharat, seçme şaraplar, kısacası ‘boğazlar sorununa’ keyifle iyi gelebilecek gurme ürünleri satın alır, altı ay boyunca bunları tüketir ve sonra tekrar boş valizlerle yola koyulurdu.

Bizimle gezmez, bir şehre vardığımızda oradan hangi gün saat tam kaçta ayrılacağımızı sorar ve ortadan kaybolurdu. Hiçbir ekstra geziye katılmamasına karşın her yeri bilirdi. Örneğin Roma‘da otele girer girmez arkadaşları karşılardı. Ya da Paris’te lüks bir arabanın onu almaya otele geldiğini görürdüm. Bazen ben de gezilerdeki serbest akşamlarda, konuklarımı kendi keyiflerince zaman geçirecekleri bölgelere yönlendirdikten sonra yalnızlığı seçer, alır başımı giderdim. Zaman zaman Reşat Amca ve arkadaşları ile şehrin zevkli bistrolarında, Neuilly sur Seine ya da Rue du Faubourg Saint-Honoré yakınlarında yemek yerken karşılaştığımız olurdu.

2. Perde · Saint Ouen Oteli
Paris · 09 – 12 Ağustos 1992

Gezilerden birinde Nice’ten Paris’e bin kilometrelik tam gün süren uzun yolculuğumuz sona ermiş, şehrin hemen kuzey kıyısında Saint Ouen banliyösündeki pek alımlı olmayan iki yıldızlı belediye pansiyonundan hallice otelimize yerleşmiştik. Reşat Amca her zamanki sakinliği ile yanıma gelerek, o çok az kalmış beyaz bakımlı dişlerine karşın nasıl güzel tonladığını bilemediğim duru İstanbul Türkçesi ile alışılagelmiş soruusunu yöneltti:

– ‘Özge, Paris’ten ayrılacağımız sabah kaçta yola çıkacaksın?’

– ‘Reşat Amca, normal zaman mı, ‘Türk Zamanı’ mı?’

Güldü. Ne demek istediğimi anlamıştı. Şimdi bile nasıl yapabildiğimize akıl sır erdiremediğim, son derece yoğun, bin günde yüz kaç ülke şu kadar şehir turlarında, son koltuğuna kadar dolu seksen altı kişilik bir çift katlı otobüs ile, tüm katı ve acımasız askeri disiplinime karşın söylenen zamanda yola çıkılamadığını o da biliyordu. Üstelik aşırı yorucu program ve kalabalık katılımcı sayısından ötürü konuklar arasında sık sık küçük ve gereksiz anlaşmazlıklar çıkmakta, gösterdiğim çabaya rağmen geziye ‘kartvizit ve ünvanları iler katılanlar’ inatla kalpleri kırmaya devam etmekte idi. Yüzüne bakıp gülümsedim:

– ‘Reşat Amca, siz o sabah 08:30’da hazır olun, geçe kalırsak beraber bir kahve içeriz olmazsa kahvaltıda.’

– ‘Tamam ama yarın beni mutlaka ara, Eurodisney’e geleceğim.’

Reşat Amca, daha önce belirttiğim gibi ekstra gezilerin hiçbirine katılmazdı. Yalnız o zamanki adı ile Paris Eurodisney yeni açıldığından, orayı özellikle görmek istemişti.

Gece günü kovaladı, Paris şehir turu, parfüm alışverişleri, her eser önünde beşer saniye durarak üç ayda zor gezilen Louvre Müzesi’ni tarihsever konuklarıma ‘Bayburt Eziyeti’ modunda bir acenta zoru ile bir saatte dolaşma, Seine Nehri gezisi, Gece Lido’nun daha uygun fiyatlı sabah karşı geç gösterisi derken, Eurodisney sabahı geldi çattı.

Resepsiyondan kahvaltı öncesi ve sonrası odasını aradım. Reşat Amca’nın telefonu cevap vermiyordu. Yine arkadaşlarından birisi gelmiş, onu ağırlamak üzere alıp götürmüştü herhalde.

Aile içinde kavga ettikleri için babalarını Paris’te bırakan iki çocuklu anenin de son saniyede otobüse hışımla girmesi ile neredeyse eksiksiz gittik hayaller ülkesine. Klasik ‘Saat kaçta toplanacağız’ kavgamızı yaptıktan sonra 21:30’da karar kıldık. En beğenilen gösterilere özellikle eşlik edip, parkın tümünü genel olarak tanıttıktan sonra herkesi serbest bıraktığımız uzun saatler başladı. Aslında serde çoğu zaman Eurodisney otobüs parkında yaptığımız gibi Türkiye erzağı destekli mükellef bir yemek sonrası bagaj kapaklarını açıp, püfür püfür esen rüzgarla valiz gibi uyumak vardı ama, zaman çok olduğundan otele dönmeyi seçtik kaptanlarla.

Otele girdiğimizde, resepsiyonist beni hemen yakaladı:

– Nu zavonöğ gran-problem, Mösyöğ! Çok büyük bir sorunumuz var!

Herşeye hazırlıklı olduğum için ben ‘Acaba bu kez ne oldu, birisi ütüyü prizde unutup odayı mı yaktı?’ diye düşünürken,

– ‘Biğ vefatınız vağ’ dedi Fransızca kırması İngilizce ile.

Aslında bu kadar ince söylemedi. Resepsiyonistin ağzından çıkan son kelimenin kulaklarımdan beynime ulaştığı o kısa anda tüm yaşa… Hayır… Tüm gezi bir film şeridi gibi önümden geçti.

Gri maddeme ölenin kim olduğu, babasını şehirde bırakan iki çocuklu ailenin soyadı, birinin ölmesinin odada ütüden çıkabilecek yangından çok daha önemli olduğu düşünceleri saldırmaya başlamış, bu arada ağzımdan da benim bile anlayamadığım, yutkunurken aynı anda ‘Öyle mi?’ demeye  çalıştığım garip bir ses çıkvermişti.

Kötü bir durumla karşılaştığımda ya da çok sevimsiz bir haber aldığımda, garip bir ruh hali sarar beni. Olayın ya da çıkan belânın baş oyuncusu olarak önce vücuduma bir sıcaklık yayılır. Halk arasında yaygın olan  ‘Başımdan aşağı kaynar sular döküldü’ bu olsa gerek. Daha sonra bulunduğum konumdan adeta yukarı doğru bir perde içinde yükselir, tüm duyularımı yitirmiş olarak, aşağıdaki ‘kaosu’ seyrederim. Birkaç saniye sonra tekrar senaryonun içine ayağımı basarım, ve perde kalkar. Samsun’da çocukken geçirdiğim trafik kazası sırasında ilk kez tanıştığım bu ‘transandantal’ geçiş yakaladı yine beni: Adeta solgun bir perdenin arkasından boş gözlerle baktım resepsiyona.

– ‘Beşyüzbilmemkaç numaralı odada kalan yolcunuz…’ dedi kontuarın arkasındaki genç adam. Sanki seksen altı kişinin bir gün önce girdiğimiz oteldeki onlarca oda numarası benim için bir şey ifade ediyormuşçasına. Ama nedense ölenin bir erkek olduğuna emindim.

– ‘Ölen bir bey!’ sözü ile yavaş yavaş fotoğrafın içine girmeye başladım. Çoğunluk bizle Eurodisney’e geldiğine göre kim kalmıştı ki Paris’te?

Önce kavga eden ailenin babası olabilir diye düşündüm. Kızları aklıma geldi. Ama bu teorik düşünceler oda listemden numarayı kontrol edip o beşyüzbilmemkaçlı numaranın, Reşat Amca’ya ait olduğunu görmem ile aydınlandı. Daha doğrusu karardı…

Ağlamadım.

3. Perde
Reşat Amca · Ardından

Bu arada resepsiyonistin Türkiye’yi, daha doğrusu seyahat acentamızı bilgilendirdiğini öğrendik. Aslında bu bilgilendirme başka sorunları da beraberinde getirmişti. Çünkü otelcinin Türkiye’ye verdiği kısa bilgi şöyle idi:

– ‘Tek kişilik odada kalan Mösyö Ersu öldü.’

Bayram zamanı otuz kırk otobüs ile bir kaç bin konuğunu dünyanın değişik yerlerine gönderen bir acenta için bu cümlenin tek bir anlamı vardı. Üstelik genelde o zamanlar tüm katılımcılar iki kişilik odalarda kaldıklarından, sadece tek kişilik oda kullanan rehberler geliverirdi hemen akla.

O kadar otobüslü konuk arasında ‘Mösyö Ersu’ adında birisi de olabileceği ilk anda ayırt edilemediğinden, bu ‘Mösyö Ersu’ da tek kişilik odada kaldığından, Türkiye’ye giden haber başka bir anlam kazanmıştı:

– ‘Rehber Özge Paris’te ölmüş.’

– ‘Pek gençti çocuk. Ama belliydi canım! Bu yorgunluğa…’

– ‘Eyvah! Üzerinde şirket parası da vardı!’

Haber dallanıp budaklanmadan, özellikle aileme ulaşmadan, hatta acentanın ‘şirket parası sıkıntısını’ gidererek, ‘ölenin, üzerinde şirket parası olan tek kişilik odada kalan rehber ‘Mösyö Ersu’ olmadığı’ konusunu, yaptığım kısa bir telefon görüşmesi ile düzelttim.

O öğleden sonranın erken saatlerinden, tekrar Eurodisney’e konuklarımızı almaya gittiğimiz akşama kadar o kadar işi ve bürokrasiyi nasıl sonuçlandırdığımıza hala akıl erdiremiyorum. Ne cep telefonu var ne elektronik posta o zamanlar. Okuma yakma bildiğimden ötürü, dumanla haberleşmeden halliceyiz.

Otelcinin elime sıkıştırdığı polis kağıdı yetmiş kaç yılın, Parmesan peynirlerinin, bir daha mantarı açılmayacak kalite şarapların, ‘Roma’yı iyi bilirim’ geçindiğim şehirdeki ‘Kampumbağalar Çeşmesi’nin bir özeti idi sanki.

Ağlamadım.

4. Perde
Sonrası · Bürokrasi

Evet… Reşat Amca vefat etmişti. Yıllar sonra, biraz önce sözünü ettiğim kitabı karıştırırken ilk bölümün adının ‘Reşat’ olduğunu gördüm. Şöyle başlıyordu:

‘Reşat, Fransa’ya yaptığı bir gezi sırasında vefat etmiş. Haber bana ulaştığında doğrusu hemen inanamadım. İlerlemiş yaşına karşın otobüsle Avrupa gezisine çıkmış ve Paris, yaşamının son durağı olmuştu.’

Ben daha dramatik gelişmeler bekliyordum. Filmlerde olur ya hani… Morga gidilir, örtü kaldırılır, o soluk güzel yüz son bir kez görülür, en yakındaki omuza dönülerek gizli yutkunmalar saklanır. Bunlar olmadı. Ben Reşat Amca’yı bir daha görmedim. Daha doğrusu son gördüğümde, demek ki son isteğini söylemiş: Eurodisney’e gitmek…

Polis kağıdını aldım elime. Karakolda Fransızca zabıt tutuldu, çeşitli formlar dolduruldu, imzalar atıldı. Ölüm sebebi büyük bir olasılıkla kalp krizi idi. Şüphesiz Türk Konsolosluğuna’da haber vermek gerekiyordu.

03608

Benim İçin Düzenlenmiş Polis Çağrısı

Paris’teki yetkililerimizin hala anımsadığımda gözlerimi yaşartan yardımları gözümün önünden gitmiyor. Demir bir dış kapının sürgülü on santim enindeki penceresinden, mandalı bile açmaya gerek görmeden ‘Pasaportunu, kimliklerini bize getirin, para varsa onu da teslim alalım, cenazeyi Türkiye’ye göndermekte kullanırız’ diyerek verdikleri son derece yakın desteği hiç unutamadım. Vergilerimizle bize hizmet etmesi gereken bir yerin tek yaptığı, dış kapının mandalını yine üzerime kapatmak olmuştu.

Aslında sonra yine kitapta bir alıntıya rastladım. Melda Özverim’in ağzından dinleyelim:

‘Bir otel odasında yaşamını yitiren Reşat’ın cenazesi Türkiye Cumhuriyeti Paris Başkonsolosluğu tarafından kaldırılmıştı ve kuzenim sessizce Paris’teki bir mezarlığa gömülmüştü. Ölüm haberi bana geç ulaştığından, bunların tümünden habersizdim. Mezarını ziyaretim hayli gecikti.

Bana bu derece yakın olan Reşat’ın yabancı bir ülkenin topraklarında yatmasını bir türlü içime sindirememiştim. Ancak Fransız yasaları gereği onun yurda getirilmesi için beş yıl beklemem gerekiyordu.

Süre tamamlanınca Reşat’ın naaşını yurda getirerek vatan topraklarına defnettirdim. İçimdeki sıkıntıdan kurtulmuş, iç huzura kavuşmuştum…’

02608

Kitabın Açılış Cümlesi ve Anılarım

Yıllar sonra düşünüyorum da, acaba ‘aynı’ Paris Başkonsolosluğu’ndan mı söz ediyoruz diye… Kimbilir belki de ben yanlışlıkla Patagonya Başkonsolosluğu’na gitmiştim.

Neyse. O güne dönelim. Polis eşliğinde oteldeki beşyüzbilmemkaç numaralı odasına çıktık Reşat Amca’nın. Odayı temizleyen görevli bulmuş kendisini. Neden bilmem, birden her türlü ayrıntıyı öğrenmek istedim. Kadının anlattığına göre içeri girdiğinde huzurlu bir ifade ile ‘uyuyormuş’. Yastığında başının çevrili olduğu yönde, belli belirsiz bir iz gördüm o kadar.

Sıra tüm kişisel eşyaların rapor altına alınmasına gelmişti. O ünlü valizler zaten açıktı. Çok fazla olmayan giyim eşyalarını ayırdık, valizlerden birine koyduk. Diğer valiz zevkle ve özenle seçilmiş, adeta bir gurmenin alet çantasını andıran yiyecekler ile dolu idi. Soslar, peynirler, şaraplar, eşine az rastlanır çerezler…

Polis nazikçe yiyecek maddeleri ile diş fırçası ve benzeri bazı kişisel eşyaların, kullanılmış giysilerin yakılacağını, diğerlerinin ise zabıt ile bana teslim edileceğini söyledi. Şarapları, ağzı kapalı olduğu için yok etmeye gerek olmadığını, istersem alabileceğimi, yoksa orada otelin çöplüğüne gideceğini belirtti. Topu topu iki şişe şarabı ve bir adet teyp kasetini ben aldım. Polis jelatini açılmamış olan birkaç müzik Cd’sini de almamı istedi ise de, varislerini düşündüm ve valize koydum. Herşey ayrıldı, atılacaklar atıldı, valizi kapattık, bulduğumuz anahtar ile kilitledik ve odama gönderdik. Bir gece daha Reşat Amca, son olarak benimle kaldı sanki…

Daha sonra bu valizi Türkiye’ye döndükten sonraki üç ay boyunca acentanın girişinde kapının kenarında görecektim. O sıralarda yoğun bir biçimde çalışıyorduk, izleyemiyordum valizi alacak kişileri ve gideceği yeri. Bir tura çıkmadan önce yine gelişmeleri sordum. Değişik dedikodular vardı:

– ‘Kimsesi yokmuş. Gerçi İstanbul’da evi varmış ama, sadece avukatını bulabildik, o da Pazartesi gelip alacakmış valizi.’

Valizi ve Reşat Amca’yı son görüşüm olacaktı bu…

Ağlamadım.

Eurodisney’e geri döndük. Ferhat ve Ömer Kaptan ile anlaşarak tura katılmış olanlara bu konu ile ilgili bir şey söylememe ve onların morallerini bozmama kararı aldık. Yaşam devam ediyordu. Yetmiş çift göz bizleri otoparkta karşıladığında yetmiş çift değişik yeni dönüş saati isteği çevremizi sardı.  Sözü uzatmadım, saati uzattırmadım, kimseye birşey söylemeden grubu toparlayıp otele döndük.

Ağlamadım.

06608

Solda Şoförlerimiz Ömer ve Ferhat, Ortada Ben, Sağda Eskişehirli Genç Konuklar

5. Perde
Gayrı Resmi Cenaze Töreni · Paris Cenevre Otobanı

Ertesi gün Cenevre, Viyana ve Belgrad üzerinden devam edeceğimiz, konaklamalarla beraber beş gün sürecek İstanbul dönüş yolculuğumuz başladı. Biz her ne kadar, ‘Paris’teki tanıdıkları ile kalmaya karar vermiş, hepinize selam söyledi ve iyi yolculuklar diledi’ senaryomuzu yazdıysak da, o gün Eurodisney’e gitmediğinden oteldeki olayların tanığı olan kavgacı aile babası ve birkaç konuğumuz sıkı uyarılarımıza rağmen kötü haberi diğerlerine sızdırmışlardı. Verdiğimiz ilk molada da artık bilmeyen kalmamıştı.

Genelde turlarda, dozunda olmak koşulu ile mikrofonu pek boş bırakmam. Zaten gezilerim kaç hafta sürerse sürsün, anlattıklarımı yetiştiremediğimden yakınırım hep. Bazen sabah saat sıfır yedi sıfır sıfırda başladığım söyleşi ve konferanslarımı her zaman bulunduğumuz ülke ve bölgelerin müzikleri ile zenginleştiririm. O zamanlar yanımdan ayırmadığım iki çanta kaset adeta sağ kolumdu. Ama Reşat Amca’yı kaybettiğimiz günün ertesi, artık olayı kısaca anlatıp, hiç olmazsa bir günlük sessizlik rica ettim seksen altı – pardon Reşat Amca yok – seksen beş kişiden.

Ne yazık ki, kısa bir süre sonra üst kattan sızlanmalar yükselmeye başladı. Ben çift katlı otobüslerle tur yapmayı sevmem. Göz kontağı yoktur, otobüs içi otoritemde kopukluk olur. Üst kat adeta kendi içinde kontrolsüz ve bağımsız bir cumhuriyete dönüşür. Sessizliği bozan bir konuşma ile irkildim.

– ‘Üst kattan, cenaze arabasında mıyız, şu Fedon kasedini koysun diyorlar!’

Gençlerden biri, elinde Fedon kasedi ile üst katın ön merdivenlerinden aşağı sarkmış bana bakıyordu. Genelde sakin bir ruh halim vardır ve öyle tanınırım. Konuklarıma bırakın bağırdığımı, yüksek sesle yanıt verdiğim bile görülmemiştir. Ama belki ilk kez bu kadar öfkelendiğimi hissettim aniden.

Direksiyonda Ferhat vardı. Ömer de yanımda oturuyordu. Paris’i Lyon’a bağlayan A6 otobanından güneye, Macon’a doğru gidiyorduk.

– ‘Ferhat, hemen dur! Sağa çek!’ diye bağırdım. Ferhat şaşırmış, bana bakıyordu. Üsteledim.

– ‘Dur ve sağa çek dedim!’

Sabahın körü trafiği çok az olduğundan, otobandaki ilk cebe yanaştı, sağa çekti. Tüm kapıları açtırdım. Sabah serinliği henüz örtüsünü çekmemişti. Mikrofonu aldım:

– ‘Müzik istiyorsanız, ben size dinleteyim’ dedim. Kaset çantamdan Reşat Amca’dan kalan kasedi çıkarttım. Ne olduğuna bile bakmamıştım bir gün önce. Pavarotti idi. Koydum. Her zaman, ‘Aman biraz kıs, aman biraz aç’ dedikleri teybin sesini de sonuna dayadım. Pavarotti’nin en iyi yorumladığı parçalardan biri olan Lucio Dalla‘nın ölümsüz eseri ‘Caruso’ bir anda otobüsün içinde her yere yayıldı.

Koltuğumun arkasına koyduğum Reşat Amca’nın şaraplarını aldım aşağı indim. Otobüsün alt kat görüş açısında olduğumdan oradakiler az çok neler yaptığımı görebiliyordu. Üsttekiler ise ön ve yan camlara yapışmış, uyuklayanlar uyanmıştı. Buğulu ve soru işareti çengelli gözler aşağıya, bana bakıyordu.

Yanımda açacak olmadığından şaraplardan birini otobanın kenarındaki demirlere vurarak tam boynundan kırdım. Ters çevirip şişe boşalana kadar yere serptim. Rüzgar hafif tüller oluşturarak dağıtıyordu damlaları… Sanki İncil’deki gibi ‘Küller küle, topraklar toprağa’ dönüyor, şarap, kendisini yetiştiren kahvenin koynuna kaybolup gidiyordu.

Reşat Amca günde bir kaç tane benim de o zamanlar kullandığım Muratti sigarası içerdi. Paketimden bir iki Muratti çıkartıp ellerimle ezdim ve tütünleri ile kağıdını, toprakta kaybolmaya yüz tutan şarabın üzerine serptim. Birkaç saniye sonra birden önümde bir tabak Corn Flakes belirdi. Arkamdaki koltukta oturan ve Reşat Amca ile daha önceki gezilerimizden tanışan Eskişehirli bir hanım da – ‘Özge, reşat Amca kahvaltıda sadece Corn Flakes yerdi’ diyerek, hemen nereden buldu ise kağıt tabakta biraz Corn Flakes hazırlamıştı. Onu da yere, şarabın tütünle toprağa daldığı yere koydum.

Kimseden ses çıkmıyor, Fransa’nın göbeğindeki ıssız bir otobanda Pazar sabahı seksen altı – pardon Reşat Amca yok – seksen beş kişi otobüsü yolun kenarına çekmiş, biri dışarıda yolun kıyısına dinelmiş, kapıları açık bir otobüste yüksek sesle Pavarotti’den Caruso dinliyordu. Düşünüyorum da, genelde bir araç sağa yanaştığında hemen yanında bitiveren otoban polisi yanımıza gelse nasıl bir açıklama yapardım acaba? İçinde Kaplumbağalar Çeşmesi, Parmesan peyniri, Reşat Amca, şarap, Cornflakes, Pavarotti, Fedon, kaset geçen bir paragraflık açıklama anlamlı olur muydu? Caruso bitti. Kasedi de teypten çıkartıp kırık şişenin yanına bıraktım. Şaraptan eser kalmamıştı zaten. Tütünler savrulup gitmişti. Kuşlar Corn Flakes için yaklaşmaya başlamışlardı.

Ağlamadım.

6. Son Perde
Kapanış

Kapıları kapattık, ağır ağır Cenevre‘ye yola koyulduk. Mikrofonu elime aldım. Çoğunun sessiz, gizemli ve garip valizli adam olarak tanıdığı Reşat Amca’yı anlattım onlara. Bildiğimce, tanıyabildiğimce. İsviçre sınırına gelene kadar. Tam olarak neler söylediğimi bugün anımsamak zor ama son cümlelerim hala aklımda:

– ‘Belki şimdi çoğunuz üzülüyor, hüzünleniyorsunuz. Ama ben üzgün değilim… Reşat Amca istediği gibi öldü. Aniden… Hoş. Yaraşırcasına… Paris’te, ılık bir akşamüstü…”

Evet, Reşat Amca’ya böyle epik bir son perde, Paris’te ölmek yakışırdı… İstanbul’a kadar, uğradığımız her şehirde yaptırdığım taze çiçek buketlerini seksen altı eksi seksen beş, o boş koltuğuna koydum.

Ağladım.

10608

Tuncay Özverim Beyefendi Eşliğinde Melda Özverim Hanımefendi’nin Kendi El Yazısı İle 

12 Yorum

  • Gül İpek 8 Eylül 2014 - 15:49 Reply

    Öncelikle Rahmet olsun. Hüzünlü bir hikaye. Ölüm gerçektir, yeri ve zamanı olmadığı gibi şekli de yoktur. Film tadında bir anlatım olmuş, duygulandım yazınızı okurken.

    Elde olmadan uzun ya da kısa zamanlı planlar yapsak da sanırım asıl planı hayat yapıyor, bizler sadece yolcuyuz.

    • ozgeersu 6 Eylül 2016 - 23:21 Reply

      Gül Hanım,

      Biz ölümlüler plan yaparız, kader güler…

  • Canan Ekinci Yılmaz 1 Aralık 2014 - 00:08 Reply

    Hazin ve değişik bir yazı.

    • ozgeersu 1 Ekim 2017 - 10:33 Reply

      Canan Hanım,

      Evet, değişik ve hazin. Hâlâ…

  • Cüneyt Kalpakoğlu 6 Eylül 2016 - 23:22 Reply

    Soluksuz okudum!

    Ellerine sağlık, çok güzel.Bu yazılarını mutlaka kitaplaştırmanı içtenlikle öneriyorum.
    Sevgilerimle

    • ozgeersu 1 Ekim 2017 - 10:36 Reply

      Sevgili Cüneyt Ağabey,

      Kitap çok yakında artık. Güzel sözlerine teşekkür ederim.

  • Demet Özdemir 7 Eylül 2016 - 00:48 Reply

    Kim bilir kaç kere okudum ve kaç defa daha okuyacağım, bu gece olduğu gibi.

    Her okuyuşumda duygularınızı ben de yüreğimde hissettim.
    Kaleminize ve yüreğinize sağlık.

    • ozgeersu 1 Ekim 2017 - 10:38 Reply

      Demet Hanım,

      Ben de her okuyuşumda yeniden heyecanlanıyor ve hüzünleniyorum.

  • Esen Erdoğru Baykal 7 Eylül 2016 - 10:03 Reply

    Reşat Amca’ya rahmet, Sevgili Özge Ersu’ya sağlık, saadet ve uzun bir ömür diliyorum.

    • ozgeersu 1 Ekim 2017 - 10:37 Reply

      Esen Hanım,

      Güzel dileklerinize içtenlikle teşekkür ederim.

  • Melek Sarı 2 Mart 2020 - 07:43 Reply

    Sabaha karşı okudum bu yazıyı. Ruhu yıllardır ışıklarla uyuyan Resat Amca eminim bir bakmıştır bana. Bunca yıl sonra niye gözyaşı döktüğüme gelirsek… Yazı muhteşem, hep sahip olduğu olduğu akıcılığı ve belgesel niteliği ile… Ama ben, kendime de hep böyle bir son düşünürdüm. Bununla yüzleştiğim için sanırım bilmeden, ağliyorum. Sağol Özge Ersu, beni, kendim için ağlattın ya, daha ne diyeyim?

    • ozgeersu 5 Mart 2020 - 06:54 Reply

      Melek Hanım,

      Ben de kendim için böyle düşündüm. Güzel sözlerinize de teşekkür ederim.

    YORUM YAP

    This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.