Polisiye Gerilim
©1992, Slovenska Bistrica Slovenya
Sene bin dokuz yüz doksan iki. Otobüsle İstanbul’dan başlayan ve en kısası bir hafta olmak üzere otuz altı güne kadar uzayabilen turistik gezilerin en yoğun olduğu zamanlar. Alıştığımız yol İstanbul, Edirne, Bulgaristan, (eski) Yugoslavya ve İtalya iken, çıkan savaş ile ortalık karışmış ve Avrupa karayolu rotaları alt üst olmuştu. Bizler de Belgrad – Zagreb üzerinden gitmek yerine, yine Yugoslavya’ya girsek de hemen kuzeye Novi Sad’a döner, Macaristan’a giriş yapar ve teoride akşam yemeğimize yetişerek geceyi geçireceğimiz Budapeşte otellerine çoğunlukla sabah saatlerinde ancak varırdık.
Minibarların üzerine geceden bırakılmış soğuk meze tabakları ile sahur – erken kahvaltı arası bir şeyler atıştırır, biraz uyur, çok kısa bir dinlenme sonrası Balaton Gölü kıyısından Hırvatistan ve Slovenya’dan geçerek sonunda İtalya’ya bir enkaz yığını olarak girerdik. Elbette, İtalya’da da yetişilmesi olanaksız bir akşam yemeği vardı ve bizleri gecenin geç saatlerine kadar dişlerini gıcırdatarak bekleyen Lido di Jesolo Lojistik Komutanı Mehmet Karsan Ağabey ile restaurant görevlilerinin iyi dilekleri kulaklarımızı çınlatırken, ‘al dente’ dişimize göre az haşlanmış makarnalar ve ucuz olduğu için her yemeğin baş tacı tavuklar bizden önce geceyarısı çöpü boylardı. Şansımız varsa, geceyi devirmeden girerdik Lido di Jesolo’ya…
Yine adının hakkını veren ‘Maraton’ otobüslerle maraton gibi bir geziye başlamıştık İstanbul’dan. Kırk kadar Türk vatandaşı, İzmit’li iki cıva gibi kaptan ‘Yedibela’ Sami Yerdibi ve ‘Küçük’ İsmail, bir ben, bir de kendim olmak üzere güzel bir İtalya gezisi peşindeydik…
Ekip olarak birbirimizi sever ve iyi anlaşırdık. Sami Yerdibi direksiyonda idi. Ben en önün ortasında, günümüzde artık olmayan rehber koltuğuma kurulmuştum. İsmail de çay servisini bitirmiş, benimle ön merdiven arasındaki kapı demirine tünemişti. Bu demir aslında yabancımız değildir. Çoğunlukla rehber koltuğu ve ikinci şöförün dinlenebileceği son yer bile katılımcılara satıldığından, kaç kere onlarca gün o demir üzerine tüneyerek rehberlik yaptığımı bilirim. Nedense sesimiz çıkmazdı, zaten üç santimlik boruya ilk üç gün tüneyince derimizin kimyası ve gerimizin fiziksel haritası düzleşerek değişirdi.
Bin bilmem kaç kilometre, şişelerce viski ve kartonlarca Marlboro ile geçilebilen onlarca gümrük kapısı sonrası, Slovenya’ya kadar büyük bir terslikle karşılaşmadan gelebilmiştik. Terslik de buradaydı zaten. Sınırlarda fazla beklememiştik, aldığımız mazota su karışmamıştı, anlamsızca Bulgar modeli ‘Gözünün üzerinde kaşın var!’ türü trafik cezaları ödememiştik, hâlâ sürüp giden iç savaşta başımıza bir kaza bombası düşmemişti ve oldukça erken bir saatte Slovenya’dan çıkma olanağı uzakta belirmeye başlamıştı. Her şey gerçek olmayacak kadar güzeldi. Yoksa sadece hayallerimizde yaşattığımız, ‘İlk Akşam Venedik’teki Yemeğe Yetişebilme Rüyası’ gerçekleşmek üzere miydi? Fakat heyhat, kader ağlarını sessizce örmekteydi…
Celje’den çıkmıştık. Biraz bölgeyi anlatmış, etnik farklılıklardan, Tito’nun artık geride kalan Yugoslavya’sından söz etmiş, bir kaç Hırvat halk şarkısı çalmıştım… Arkada bıraktığımız Hırvatistan sonrası, savaşın düzensizliğini çabucak atlatarak Avrupa’ya yakınlaşmaya çalışan genç Slovenya Cumhuriyeti’nin sevimli küçük kasabaları arasından geçerken, güneşli bir Pazar gününün sessiz tembelliğini ve öğleden sonranın sakin huzurunu içimizde hissetmekteydik.
Otobana çıkış öncesi son kasabalardan biri olan Slovenska Bistrica’ya girdik. Etrafta ses seda yoktu. Her gezide onlarcasını geçtiğimizden, alışık olduğumuz hemzemin geçitlerden birine yaklaşırken, tren geçidindeki uyarı lambaları yanmaya başladı. Alt alta iki kırmızı ışık yanıp sönüyordu.
– ‘Aman Sami, dikkat et. Dur istersen, kırmızı yanıyor. Tren geçecek!’
– ‘Yok abi, asıl tren olmayınca kırmızı yanar. Bilirim ben…’
Bir iki saniye düşündüm. Yahu, kırmızı uyarı demekti. Doğada da, trafikte de… Sami bu arada otobüsü geçide sokmuştu. “Kırmızı ulen, kırmızı!”
Bunları düşündüğüm saniyelerin hemen sonrasında, adeta yavaş çekim bir fim girdi gösterime: Önümüzdeki bariyer yavaş yavaş kapanmaya başladı ve otobüsümüzün geçemeyeceği kadar alçaldı. Elimde olmadan başımı sağa çevirdim ve… Keşke ‘uzaktan’ diyebilseydim… Ama bir tren ‘uzaktan’ değil, ‘yakından’ üstümüze doğru yelken – pardon baca – açmış geliyordu.
– ‘Miğğtrennn‘ diye ünledim. ‘Bak Sami, Tren! Ya İleri Bas, Ya Geri Kaç!’ cümlelerinin kısaltılmışı idi bu çığırma. Yedibela Sami ve on dört metrelik on iki tonluk otobüs ve Küçük İsmail ve ben ve kırk küsur konuğum ve onların yüz on yedi valizi ile geri gitmeye çalıştı ama arkamızdaki bariyer de aşağıya inmişti ve bizler tren yolunda her iki taraftan sıkışmış, ortada kalmıştık. Tren gelmeye devam ediyordu. Hayır, düşündüğünüz gibi otobüs geçitte ‘stop’ etmedi. Çalışır durumdaydı. O filmlerde olur, yoksa bu anıyı herhalde hiç yazamazdım.
– ‘Sami bas, gaza bas, yürü, fırla!‘ diye bağırdım. Koskoca otobüs ikinci viteste kükreyerek kalktı, bizler önümüzdeki büyük bariyeri tümüyle parçaladık, arkamızda sadece bir kaç meraklı göz ve bin parça bir tren geçidi bırakarak hızla çıktık tren yolundan.
Artık yapacak bir şey yoktu. Durmak, bariyeri onarmaya çalışmak, olayı görenlerden özür dilemek veya ilgili makamlara haber vermek gibi bir lüksümüz olmadığını bildiğimizden yola devam ettik. Zaten sekiz kilometre sonra gümrüğe giden otoyol başlayacaktı, orayı bir bulduk mu, İtalya’ya kadar atardık kendimizi. Artık verdiğimiz maddi zararı da bizden kestikleri viski ve sigara gelirlerinden karşılayabilirlerdi. Kırk küsur konuğumuzun yarısı ellerini midelerine kapamış dehşet içinde gülüyor, diğer yarısı da ‘Herhalde bu bir rüya ve biz uyanacağız’ diye düşünerek kağıt gibi bembeyaz bir yüzle bize bakıyordu.
Otoyol girişine ulaştık. Yalnız fazla iyimserdik kuşkusuz. Yerel halk yerel makamlara arkamızdan haber vermiş, yerel makamlar yerel güvenlik güçlerini aramış ve yerel polis yerel çıkışı kesmişti. Otobüsü görünce bir hareket başladı, yerel yerliler de ellerindeki kırmızı işareti sallayarak bizi durdurdular. Aşağı indik. Yerel güç konuştu: – ‘Komşi. Fiil probleym. Zurük Bistrica.’
Anlamak için Sloven Dili ve Edebiyatı’ndan mezun olmaya gerek yoktu. Zaten cümlenin içinde kasabanın isminden başka Slovence de yoktu : ‘Komşi’ komşimiz olmasa da, bu yolların ortak kelimesiydi. ‘Komşi’ dendi mi, arkasını iyi dinleyeceksin. Kırık bir Almanca ile sorunun çok büyük olduğunu ve olay yerine geri dönmemizi söylüyordu.
Lise yıllarında zor belâ bütünlemeye kalmadan kurtulduğum Almancamın yardımıyla, ‘Şşuldigung’ (Özür dilerim) dedim ve polis arabasının önünde, kös kös aynı yolu geri döndük. Ben şimdi bunlarla hangi dilde anlaşsam acaba? Biraz Almanca bilirler ama benimki ancak karnımı doyurmaya yetecek kadar. Karnımı doyurmaya yetecek kadar demeyeyim de, Almanya’da iken yanlışlıkla ‘Sauerkrautensauce’ yememeye yetecek kadar konuşabilirim… ‘O dediğin de ne ola ki?’ diye sormayın. Almanya’da bir fırsat bulursanız mutlaka tadın, beni tanıdığınız güne lanet edeceksiniz.
Neyse, konuyu dağıtmayalım, otobüsümüzü şehir merkezine çektiler. Saat daha öğleden sonra üç. Hızlıca düşündüm. Hemen yakında yanlışlıkla açık olan tek bir restaurant var. Bu tür yerlerde bir patates tava bile yarım saatten önce gelmez. Kırk kişinin yarısı ısmarlasa, her fritözden iki porsiyon çıksa, hesap ediyorum, üç yüz dakika sürer. Bu da eder beş saat. Ben ise çok çok yarım saatte işi bağlarım. Evdeki hesabım tamamdı.
Konuklarımızı orada patates kızartması savaşı bıraktıktan sonra biz Emniyet Müdürlüğü’nün önüne boş otobüs ve yanımızdaki polis eşliğinde hareket ettik. Yolda Sami’ye hem kızıyorum, hem de kızdırıyorum: – ‘Hani kırmızı ‘geç’ demekti? Anaokul terk misin sen? Ehliyetin bile yoktur zaten!’
Sami fena bozulmuş, hırsını vites kolundan alıyordu. Ben ise gerekli hazırlıkları yaptım. Hepimizin pasaportunu alıp en üste benimkini koydum. Benimki derken, kenarından gıcır açık mavi bir yüzlük ‘doyçmark’ sarkanından söz ediyorum.
– ‘Doküman kolleg!’ Yani ‘Arkadaşım lütfen evraklarınızı uzatır mısınız?’ demek istiyor. Verdim. Polis pasaportları aldı, yüzlüğü çaktırmadan cebine koydu, bize dönerek,
– ‘Aydi be komşi. Nemağ Problemağ’…’ dedi. Yani ‘Buyurun, gidebilirsiniz.’ Olay çözüldü. Bu anı da burada bitti.
Öyle olmadı elbette.Kaşının tekini kaldırarak, adeta – ‘Pasaportunuzun arasında paranızı unutmuşsunuz, geri alın, üstelik araç evraklarını da verin, bir de suçunuza rüşvet eklemeyin’ diyerek bize zorlu bir sürecin ilk işaretlerini verdi.
Oradan konvoy eşliğinde bir binanın önüne gittik. Konvoy derken, işimiz düştüğünde birini bile bulamayacağımız polis arabaları üçe çıkmıştı. Girişteki heykel ve bayrak direğinden, bahçesine otobüsü çektiğimiz yerin bir okul olduğunu anladım. Kırk dakika sonra hademe bulundu, okul açıldı, bizi giriş katında sağdaki koridora aldılar ve beklememizi söylediler. Başımıza, daha doğrusu küçük okul binasının kapısına iki nöbetçi bırakıp gittiler.
Aradan yarım saat geçti, gelen giden yok. Nöbetçi ile konuşacak oldum, ‘Komşi, polis, rapor’ gibi üç kelimeyle durumu özetledi. Saat dört olmuştu neredeyse. Bizler de ayakta durmaktan sıkılınca, koridorda duvar dibine oturduk. ‘Sırtımız duvarda kaydırarak yavaşça çöktük’ desek daha doğru. Bu tür yolculuklarda, aşırı çalıştığımız, uykusuz ve yorgun olduğumuz için sızmamız uzun sürmedi. Herkes kafasını birbirinin omzuna koydu, yuvasız kuşlar benzeri iskambil kağıdı modeli bilmediğimiz bir okulun koridorunda uyuyakaldık…
Kapıların kapanma sesleriyle uyandık. Saat akşam altıya geliyordu. Biz uyurken önümüzden geçip sınıfa girmişler ve kapıyı sertçe kapatmışlardı. Sonra içeride sıraları çekmeye başladılar. Ara sıra kendi aralarında konuşuyorlardı, sonra yine masa, sandalye, hatta sanki kalın ip – urgan sesleri geliyordu. – ‘Sami!’ dedim. ‘Asacaklar bizi. Darağacı kuruyorlar. Buraya kadarmış!’ Yedibela Sami güldü. Küçük İsmail ise endişesini fırça bıyıklarının arkasına saklamış, doyamadığı gençliğine yanıyordu.
Nöbetçi eşliğinde zorla pisuarları yerden yalnız kırk santim yukarıda olan cüceler tuvaletini bulduk, uzun ‘Dışişleri’ süreci öncesi ‘Çişişleri’ konusunu hallettik. Sınıfın kapısına döndüğümüzde sesler kesilmiş, polisler dışarı çıkmış bizi bekliyordu. Daha önce görmediğim genç, sarışın bir polis kötü bir İtalyanca ile, günlerden Pazar olduğu için raporu tutacak savcının o kasabada olmadığını, çevre ilçelerden birinden, ‘dil konusunda zorluk çekmeyeceğimiz’ birinin geleceğini söyledi.
Saat yedi oldu, hava kararmaya başladı. Dışarıda bir araba durdu ve iriyarı bir adam indi. Arkasında duran çelimsiz biri de kocaman bir Remington daktilo taşıyordu. Bize bakmadan sınıfa girdiler. Yine dışarıda kaldık. Yarım saat ‘çat-çut’ daktilo sesi dinledik. Ulen bize sormadan ne yazarsın ki? Sonra içeri alındık. Orada gördüğüm manzarayı hala unutamam. Bacaklarımın titremesi mi gerektiğine, yoksa yerlere yatıp gülmem mi gerektiğine karar veremedim.
Tüm sıralar kenarlara çekilmiş, kimileri üst üste konarak ortada yer açılmıştı. Açılan alanın ortasında bir öğretmen kürsüsü vardı ve iriyarı adam oraya kurulmuştu. Önündeki sırada ise bizim çelimsiz, daktiloyla bir tomar kağıdı önüne çekmişti. Tam karşılarına da üç sandalye koymuşlardı. Ben ortada savunma makamı olmak üzere bizi oturttular.
Sonradan anladık ki, ‘bir tür trafik kazasına’ karıştığımızdan ve ‘mağdur taraf devlet’ olduğundan, yargılanmamız gerekiyordu. Pazar günü de nöbetçi olmasına rağmen savcı büyük bir olasılıkla ya balığa ya da köyüne gitmişti. Diğer ilçedeki stepne savcı getirilmiş ve bulunduğumuz ilkokul bir mahkeme salonu olarak düzenlenmişti. Allahım, kamera şakası gibiydi. Savcı gözlerini masaya dikerek sordu: – ‘Was habın ziiğ gemaht felan filan und zo vayta varum?…’
Haydaaa… Adam Almanca konuşuyordu. Herhalde daha kötüsü olamazdı. İngilizce’yi geçtik, ‘ucundan acık’ İtalyanca veya Fransızca olamaz mıydı? Ama yedi cihanda çalışmış bir rehber olarak, ‘Benim’ diyebilen Slovene taş çıkartacak el kol hareketleri ile olayı anlatmaya başladım. Zaten bundan sonrasını, normal konuşmalar olarak aktaracağım size. Daha ilk cümlemi bitirmemiştim ki, savcı sözümü kesti :
– ‘Sana sormadım. Otobüsü kullanana sordum!’
– ‘Ama efendim, ben de önde idim. Ben anlatayım!’
– ‘Olmaz. O anlatacak. Sor bakalım ne oldu tam olarak?’
Döndüm Sami’ye. Gülmemek için dudaklarımı ısırdım.
– ‘Sami, ne oldu anlat bakalım.’
– ‘Valla Özge, tren yoluna yaklaştık. Kırmızı ışık yanıyordu…’ Ben Savcı’ya döndüm:
– ‘Efenim müvekkilim tren yoluna yaklaşmış. Kırmızı ışık yanıyormuş.’ O da çelimsiz yazıcıya:
– ‘Yaz evladım… Tren yoluna yaklaşıp, ışıklara dikkat etmeyerek…’
Çat. Çata… Çataçat… Çat… Çat çat… Çlinkkkk! Zzzzt! Bilgisayar klavyesi ile büyümüş nesil, bu sesleri anlayamaz elbette. Gece dokuza kadar sürdü bu ifade verme işi. Askeri saat ile yirmibirsıfırsıfır. Bu süre boyunca ben Almancayı ve beraberindeki tüm dilbilgisi kurallarını yatırdım yere, ellerini arkadan bağladım, küüüt, küüt beline beline vurdum baltayı Jermen dilinin…
Dışarı çıktık. İçeride tutanak yazma işi devam ediyordu. Bir saat kadar daha bekledik. Herhalde, otobüsteki konuklarımız, bizden ümidi kesmişler ve kendi başlarının çaresine bakmaya çalışıyorlardı. Birimizin de gidip haber vermesine izin de yok, o zamanlar cep telefonu da yok. Gereksiz hesapları severim. Ama yaptığım hesaplamada karbon kağıdı kullanmayı akıl etmeseler bile duyduğum ‘Ç.p.m.’lerden yola çıkarak (Ç.p.m.: Çat Per Minute/Dakika Başına Daktilo Tuşu Vuruşu) en az yirmi sayfa yazmış olmalıydılar. Yahu ne yapmıştık biz?
Nihayet tekrar içeri çağrıldık. Önümüzde tek bir sayfa kağıt duruyordu. Savcıya döndüm. Sıkıcı ve akıcı Slovencemle, – ‘Sıka sıka, bu kadar çata çuta bu mu çıktı?’ dedim. O da kendi dilinde bir şeyler mırıldandı.
Kağıtlar önümüze serildi. Baktım, tek sayfa dediğim rapor, tam sekiz sayfa imiş. İmzaları attık. Globalizasyon demek ki böyle bir şeydi: ‘İtalya’ya’ giderken ‘Türk usulü’ yapılan bir kaza sonrası, ‘Almanca görülen’ bir duruşmanın ‘Slovence yazılmış’ tutanağına anlamadan imza atmamak gibi bir lüksümüz yoktu o anda. Uzun ‘anlaşamamalar’ sonrası, kağıdın bir yerinde yazan bol sıfırlı bir meblağı gösterip, ‘Dolar Dolar’ diyerek para işareti yapıyorlardı. Tamam, hapisten kurtulmuştuk, bu ülkedeki ilk suçumuz olduğundan cezamız paraya çevrilmişti ama, oradaki sıfırları kulaklarımda biraz önce yankılanan para birimiyle eşleştirdiğimde, en az beş yeni bariyer ve otuz sinyalizasyon sistemi almaya yetecek bir tutar çıkıyordu ortaya. Sanırım Slovenya ekonomik savaş yaralarını bizim sargı bezlerimizle saracaktı.
Bizi sıksalar (‘ı’ ile yazdım, aman) bu para çıkmazdı. Gerçi ‘ı’ sız da yazsam yine çıkmazdı. Biraz sakinleşince, ‘dolar’ yerine ‘tolar’ dediklerini anladım sonunda. Ülkenin parası, eski Yugoslavya’dan ayrıldıktan sonra ‘Tolarjev’, kısaca ‘Tolar’ olmuştu. Biz bu ülkelerden geçerken hep Alman Markı kullandığımızdan, ‘Tolar’ o anda yorgunluk ve bıkkınlıktan aklıma gelmemişti.
– ‘Savcı Baba, bizde Tolar falan yok. Doyçmark var!’ dedim. ‘Ne kadar lazımsa söyle, fazlasını verelim!’
– ‘Yoo komşi. Tolar olacak.’ Bürokrasi tüm gücü ile direnmekeydi.
– ‘Ulen bu saatte neremden çıkartayım Tolar’ı?’
– ‘Haci!’ (‘I’ları söyleyemiyor.) ‘Bunu bariyeri devirmeden önce düşünecektiniz!’
– Nerede çeynç komşi?’ Hay ‘komşi’ lafını etmeseydim.
Yanıtladı: ‘Burada yok. ‘Komşi’ kasabada bir otel var, ancak orada…’ Allahtan biz Sami ile otele para bozdurmaya giderken, pasaportlarımızı rehin tutmaya devam ederken İsmail’i serbest bıraktılar da, geçmişte bıraktığımızı düşünmeye başladığımız konuklarımızın yanına giderek yargılama süreci hakkında meraklı kulakları bilgilendirebildi.
– ‘Dürt bin dürt yüz Tolarjev kaç bin doyçeüberlalles Mark yapar be?’ diye sordum otelde. Otelci, polisle gelen bu perişan adama bir baktı, pasaport sordu. Pasaport rehindi. Polis kaş göz edince Facit makinesinin kolunu birkaç kez çevirdi. Tutarı görünce gözlerim büyüdü, sustum ama yapacak birşey yoktu. Almanya yenilince, biz de yenilmiş sayıldık, ödemeyi yaptık, otobüsümüze kavuştuk, konuklarımızla buluştuk, sıkıntımızı İsmail’den dinleyen konuklarımızdan hiç birisi bize moralimizi bozmanak için iyi kötü bir tek söz bile etmedi.
Kaderin acı bir cilvesi olarak geceyarısı kasabadan çıkarken, öğle saatlerinde parçaladığımız aynı yerden geçtik. Bariyer çoktan onarılmış, yenileme bizim mahkemeden daha kısa sürmüştü. Demek ki kasabada ‘Nöbetçi Savcılık’ olmasa da yirmi dört saat görev yapan ‘Nöbetçi Bariyerci’ vardı. Elbette geçmedik, önce durduk… Uzun uzun bekledik. Her iki tarafa dakikalarca baktık, sonra yine durduk. Sonra ikokulda öğretildiği gibi ‘önce sağa, sonra sola, sonra yine sağa’ baktık ve geçtik. Yoksa tersi miydi? Önce sol?
Akşam yemeğini alacağımıza kesin gözüyle baktığım Venedik’e vardığımızda, sabahın ilk ışıkları Lagün’ün üzerinde yükselmeye başlamıştı. Sessizce yattık…
Ha, rakamı söylemeyi unuttum. Belgesini hala saklarım. Para cezasına çevrilen suçumuzun karşılığı, tamı tamına ‘Otuz yedi’ Türk Lirası ya da eski para ile ‘Yirmi bir’ Alman Markı idi. Yazıileyalnızyirmibirdoyçemark…
YORUM YOK